|
Görevinden ayrılan eden Vahit Bıçak, başkanlık ile il ve ilçe kurullarının doğru yönde oluşturulmuş kurumsal yapılar olduğunu belirtiyor. Ancak yapıdaki eksikliklere de dikkat çekiyor: "Temel ve hak ve özgürlükleri otoriteye karşı korumak için gerekli olan niteliklere sahip olmaktan uzak, çok zayıf kurumlardır. Güçlü bir kurumsal yapı olmadan insan haklarını korumak ve geliştirmek mümkün değildir. Kurumsal yapı oluşturmadan, insan haklarının öneminin vurgulanması, söylem düzeyinden öte geçemeyecektir." (Zaman, 18 Eylül 2005) Türkiye'nin kamuda bir insan hakları kurumu oluşturma serüveni bundan yaklaşık 15 yıl öncesine dayanıyor.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu'nun 1990 yılında kuruluşunu başlangıç kabul edersek, bu tarihten itibaren insan hakları alanındaki kurumsallaşma çalışmaları çeşitli kurumlar ve adlar altında devam etti. AB Sürecinde Paris Şartı'na bağlı olarak, İnsan Hakları Ulusal Kurumları Birliği'ne katılım için ulusal kurumun öngörülmesi de bu kurumsallaşmayı bir anlamda 'mecburiyet' haline getirdi. Asıl kırılma ise son dört yıldır Başbakanlık'a bağlı olarak çalışmalarını sürdüren İnsan Hakları Başkanlığı'nın başındaki Vahit Bıçak'ın istifası ile yaşandı. Bıçak, İnsan Hakları Ulusal Kurumu'nun geciktirilmesini gerekçe göstererek görevinden istifa etti. Mevcut yapının ve başkanlık bünyesinde görev yapan il ve ilçe insan hakları kurullarının 'otoriteye karşı hak ve özgürlükleri korumak için yetersiz oluşu' eleştirisi de üzerinde durulması gereken en önemli konu olarak kayda geçti. İnsan haklarını korumak için bir devlet kurumunun gerekli olup olmadığı, eğer gerekli ise nasıl bir yapının oluşturulacağı tartışmaları sürerken, bu alandaki 15 yıllık kurumsallaşma sürecini masaya yatırdık.
Bir bakanlık arzu etmiştik
Kamudaki insan hakları kurumları, henüz uzun olmayan bir geçmişe rağmen, çok farklı hukuki yapılar ve isimler altında faaliyet gösterdi. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ile başlayan sürecin arkasından 1991 yılında, kabinede insan haklarından sorumlu devlet bakanı görevlendirildi. Bu tarihlerde hazırlanmaya başlanan insan hakları bakanlığı kanun tasarısının kısa sürede kadük olmasından sonra sırasıyla, İnsan Hakları Teşkilatı, İnsan Hakları Başmüşavirliği ve İnsan Hakları Yüksek Danışma Kurulu oluşturuldu. Birbiri arkasına kurulan ve lağvedilen bu kurumların ardından 1997 yılında İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu, 2000 yılında da Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı kuruldu. Ancak başkanlığın idari ve mali yapısının Kopenhag Kriterleri'ne uyum sağlamaması, bunun da yeterli olmadığını gösterdi. İnsan Hakları Ulusal Kurumları Birliği'ne üyelik için bir ulusal kurum oluşturma çabaları, aradan iki yıl geçmesine rağmen gerçekleşmedi. Buna tepki olarak görevinden istifa eden Başbakanlık İnsan Hakları Başkanı Vahit Bıçak'ın ayrılmasıyla başkanlığın lağvedileceği söylentileri de ortaya çıktı. Daha önce, 'Azınlık Raporu'ndan dolayı hükümetle ciddi bir sürtüşme yaşayan İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun da başkanlık bünyesinde olması bu yöndeki söylentileri güçlendirdi. Şimdi, insan hakları alanında oldukça zor ve sorunlu devam eden kurumsallaşma sürecinde gözler hükümetin atacağı adıma çevrildi. Süreç sonunda insan hakları alanında ciddi bir kurumsal yapı sağlanabilecek mi, yoksa bugüne kadar olduğu gibi ağır aksak işleyen yapılarla yola devam mı edilecek?
İnsan haklarını kim korur?
Tartışmaların bir ayağı da devlet eliyle insan haklarını koruyacak bir kurumun gerekip gerekmediği çerçevesinde sürdürülüyor. Devletin bu konuda etkin olması gerektiğini savunanların yanı sıra bu görevi sadece sivil toplum örgütlerinin üstlenmesini isteyenler de var. Görevinden istifa eden Vahit Bıçak, başkanlık ile il ve ilçe kurullarının doğru yönde oluşturulmuş kurumsal yapılar olduğunu belirtiyor. Ancak yapıdaki eksikliklere de dikkat çekiyor: "Temel ve hak ve özgürlükleri otoriteye karşı korumak için gerekli olan niteliklere sahip olmaktan uzak, çok zayıf kurumlardır. Güçlü bir kurumsal yapı olmadan insan haklarını korumak ve geliştirmek mümkün değildir. Kurumsal yapı oluşturmadan, insan haklarının öneminin vurgulanması, söylem düzeyinden öte geçemeyecektir." Siyasetbilimci Ömer Çaha, insan haklarının devlet değil, mağdur olan toplulukların kendi aralarında kuracakları sivil yapılarla savunulması gerektiğine inanıyor; ama kamuda oluşturulacak bir kuruluşa da soğuk bakmıyor. Çaha, TBMM bünyesinde kurulacak bir yapıyı öneriyor. Devlette insan hakları kurumsallaşmasını 'abes' karşılamayacağını belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Cevat Özkaya, "Devlet insan haklarına yakın bir duruşa gelecekse, bunun bir yapılanması, prosedürü, bir bütçesinin olması lazım. Bu olmadığı zaman bir şeyler yapılmaya çalışılır; ama olmaz." diyor. İHD eski Genel Başkanı Hüsnü Öndül ise devletin hem en başta gelen ihlal edici hem de en başta gelen koruyucu olduğuna dikkat çekerek, devletlerin kendi iç organizasyonlarında insan hakları ile ilgili birimler oluşturmalarını olumlu buluyor.
TBMM'ye bağlı olsun
Ömer Çaha (Siyasetbilimci): İnsan haklarını en fazla ihlal eden kuruluş devlettir. Bu konuyu en fazla savunan da sivil toplum örgütleridir. Aslında insan haklarını ulusal düzeyde savunan kuruluşların sivil örgütler nezdinde oluşması gerekli. Devlet kendisine karşı kendisini koruyan bir kurum oluşturuyor. Bu mantıksal açıdan çok tutarlı değil. Ama Türkiye açısından baktığınızda AB'yi hedefleyen bir hükümet var. Hükümete bağlı çalışan bir kuruluş kısa vadede etkin olabilir. Ama uzun vadede baktığınızda, başka bir hükümet olduğunda böyle bir kuruluş işlevsiz hale gelecektir. İnsan haklarının devletin değil, mağdur olan toplulukların kendi aralarında oluşturacakları kuruluşlarla savunulması gerekmektedir. İnsan hakları kritik bir konu. Bunun üstesinden gelmek ne tamamen devlete bağlı ne de işlevsiz olabilecek bir kuruluşa ihtiyaç var. En akılcı olanı böyle bir kuruluşun TBMM bünyesinde olmasıdır. Bunun da değişik toplumsal kesimleri temsil edebilmesi açısından, Meclis'e karşı sorumlu olması gerekir. Şu anda buna yakın TBMM İnsan Haklarını Araştırma Komisyonu var. O, daha işlevsel hale getirilebilir.
Kamu yapılanması abes değil
Cevat Özkaya (Mazlum-Der Genel Başkanı): İnsan haklarının kamu kuruluşu tarafından korunmasına, ilkesel baktığınızda 'olmasın' diye düşünülebilir; ama bu ilkeler de zaman içinde çok fazla yıpranan ilkeler. Daha önce STÖ'ler için devletten yardım almayan kuruluşlar deniyordu. Şimdi AB fonlarından almayan kuruluş var mı? Devletin insan haklarının iyileştirilmesi için yapılanmasını abes karşılamam. Ancak bizde baştan itibaren sorunlu. İnsan Hakları Başkanlığı'nın ismi var, kanunu/kuralı var; ama ekonomik gücü yok. Devlet insan haklarına yakın bir duruşa gelecekse, bunun bir yapılanması, prosedürü, bir bütçesinin olması lazım. Bu olmadığı zaman bir şeyler yapılmaya çalışılır; ama olmaz. İnsan haklarını sivil toplum örgütlerinin mi yoksa devletin mi koruyacağı konusunda, dünyanın diğer ülkelerinde de bunun çok net bir pozisyonu yok. Daha önemlisi insan hakları söylemi çok kabullenilmiş ve oturmuş bir söylem değil. 15 sene içinde belli bir noktaya geldik elbette, ama eğer hükümetler meseleye yakın baksalardı daha ileri bir noktaya gelebilirdik.
Devlet, koruyucu ve ihlalci
Hüsnü Öndül (İHD eski Genel Başkanı): İnsan hakları hem en başta devlet yetkisini kullanan devletin eylem ve işlemlerine karşı korunur hem de en başta devlet korur. Devlet hem koruyucudur hem de başta gelen ihlal edicidir. Devletlerin kendi iç organizasyonlarında insan hakları ile ilgili iç birimler oluşturulması olumludur. Ama işlevleri açısından baktığımızda bu birimler daha çok dönemsel olarak etkili olabiliyorlardı. Hem yetki açısından, hem özerklik açısından hem de mali olanakları açısından sorunlar yaşıyorlardı. BM, 1993 yılında Paris ilkeleri ile bütün dünyada insan hakları ile ilgili her devlette ulusal kurumların oluşturulması tavsiyesinde bulundu. Ama, Paris ilkelerine göre kurulması tavsiye edilen ulusal insan hakları örgütlerine sivil toplumun ve gönüllülerinin oluşturduğu insan hakları örgütlerinin de desteği arzulanıyor.
EMİNE DOLMACI |